İnsanlık “doğal kozmos”tan “inşa edilebilir kozmos”a geçerken, dünyayı yeniden anlamlandırma çabası içinde kendi öznelliğini keşfetmiştir. Bu durum, tıpkı kişinin erken çocukluk döneminde yaşadığı içsel ve dışsal dünyalar arasındaki ilişkiyi yeniden yapılandırmasına benzer.
Fransız Devrimi’nin idealleri, “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” gibi kavramlarla toplumsal yapıyı dönüştürmeye çalışırken, Kant’ın “sentez” anlayışı bireyin kendini bütünleştirme çabasını simgeler. Nesne ilişkileri kuramına göre ise bu bütünleşme, bireyin içsel nesneleriyle (ilk ilişki nesneleri olan anne, baba vb.) kurduğu ilişkileri sentezleyip yeniden anlamlandırmasıyla mümkündür. Melanie Klein, bireyin içsel dünyasındaki bölünmeleri ve çatışmaları çözümlemek için bu içsel nesnelerle sağlıklı ilişkiler geliştirmesi gerektiğini savunur.
Peki, bireyin bu içsel süreçleri, dış dünyadaki ideolojik yapılanmalarla nasıl örtüşüyor? İşte tam da bu noktada Klein’ın teorisi, bize bir tür psikopolitik okuma sunuyor. Devlet ve ideoloji, tıpkı bireyin içsel dünyasında yer alan iyi-kötü nesneler gibi toplumda farklı kutuplar yaratır. Klein’ın paranoid-şizoid pozisyonunda olduğu gibi, ideolojik çatışmalar da toplumu kutuplaştırır ve bireyi güvensiz bırakır. Ancak, toplum Kant’ın “sentez” çabası gibi birleştirici bir vizyon geliştirebilirse, bu toplumsal çatışmalar aşılabilir.
Nesne ilişkileri kuramı, bireyin dünyasını anlamak için güçlü bir araç sunarken, aynı zamanda siyasal ve ideolojik düzeyde de derin bir anlayış sağlar. Klein’ın kuramı, bireyin içsel dünyasındaki nesne ilişkilerinin toplumsal ve ideolojik yapıların bir yansıması olduğunu gösterir. Bu bağlamda, tarihsel dönüşümler, tıpkı bireyin içsel dünyasında yaşadığı dönüşümler gibi, toplumsal düzeyde bir sentez arayışı olarak görülebilir.
Birey, kendini yalnızca içsel nesneleriyle tanımlamak yerine, daha geniş bir toplumsal bağlamda konumlandırmak zorundadır. Kant’ın sentez üretme çabası, Klein’ın bireyin ruhsal dünyasında sentez üretme çabasıyla örtüşür: İkisi de bireyin hem içsel hem de dışsal dünyasında bir denge kurmasını amaçlar.
Bireyin içsel dünyasındaki çatışmaları çözümlemek, toplumsal ve siyasal çatışmaların çözümüne de katkı sağlayabilir. Hem bireysel hem de toplumsal düzeyde çatışmalarla başa çıkmanın yolu, tıpkı Klein’ın depresif pozisyonunda olduğu gibi, bölünmüş parçaları yeniden bütünleştirmeye çalışmaktır. Ayrılmış olan iyi ve kötü tasarımların aynı nesne üzerinde sentezlenmesinin, bireyin gelişim sürecinin bir parçası olduğunu biliyoruz.
Peki ya toplumsal taraf? Neoliberalizmin etkisizleştirdiği üst yapı, paranoid-şizoid bir duruma gerileyerek amigdala üzerinden tepki vermeye başlamıştır. Bölme (“yandaşsın veya değilsin”) ve yansıtmalı özdeşim (“şeytanlaştırarak hükmetme”) gibi ilkel savunma mekanizmaları öne çıkmıştır. İdeolojik aygıtların bu denli gerilemesi, piyasanın sınırsız dürtü özgürlüğü sürdüğü sürece önemli bir sorun gibi görünmemektedir. Ancak bu durum, ideal arzularımızın ya hapsedileceği ya da yok edileceği anlamına gelir.
Son yıllarda neoliberalizmin toplumsal yapı üzerinde yarattığı tahribat, haz ve tüketim üzerine kurulu bir dünyada, bireyin derin anlam arayışını kaybetmesine neden olmuştur. Neoliberalizm, sunduğu yaşam biçimiyle arzu yerine hazzı yüceltir ve bu haz, sürekli olarak tüketimle beslenmek zorundadır. Oysa arzu, tarih boyunca bizi ileriye taşıyan, ideallerimizle ve gelecek inşasıyla bağlantılı bir itici güçtür. Ancak günümüzde bu derin anlam ve ideal arayışı, yerini büyük ölçüde anlık tatminlere bırakmıştır.
Bugün tarikatların bu denli güçlenmesinin bir sebebi de budur: Bireyin arzuları yok ediliyor, arzularına ulaşabileceği araçlar ortadan kaldırılıyor. Lacan’a göre arzu, hiçbir zaman tam anlamıyla karşılanamayan, öznenin içsel eksikliğiyle bağlantılı bir güdüdür. Arzu, bireyi ideallerine, özlem duyduğu bütünlüğe veya anlamlı bir varoluşa yönlendirir. Ancak neoliberalizm, bireyin bu arzu arayışını sistematik bir şekilde haza indirgeyerek insanı sürekli tüketmeye yönlendirmiştir. Çünkü haz, kısa vadeli bir tatmin sağlasa da arzu gibi kalıcı ve derin bir tatmin sağlayamaz; tükenir ve sürekli olarak yeniden üretilmesi gerekir. Bu nedenle arzu, kapitalizm tarafından tam anlamıyla satın alınamazken haz, kolayca paketlenip hiçbir ahlaki sınır olmadan pazarlanabilir.
Haz ve Arzunun Yer Değiştirmesi
Arzunun ortadan kaybolması, bireyin idealleriyle, özlemleriyle ve anlam arayışıyla kurduğu ilişkiyi koparır. Oysa modern çağlarda arzular, bireylerin büyük toplumsal dönüşümler yaratmasına, yeni ideolojiler ve sistemler inşa etmesine yol açmıştır. Arzu, insanı toplumda bir özne haline getirirken, neoliberal haz döngüsü bireyi sadece bir tüketim nesnesine indirger. Arzu, bireyi kolektif bir hedefe yönlendirirken haz, bireyi kendi içine kapatır ve onu yalnızlaştırır.
Klein’a göre birey, hayatının erken dönemlerinde dış dünyayla kurduğu ilişkilerde parçalanmış deneyimler yaşar; “iyi” ve “kötü” nesneler arasında bölünme yaşar. Neoliberalizmin toplumda yarattığı bölünme de buna benzer bir yapıdadır: İyi ve kötü arasındaki sürekli değişkenlik, bireylerin haz ve arzu arasındaki dengesizliğini artırır. Bireyler, hazzı idealize ederek derin arzularını bastırır ve ruhsal anlamda bölünmüş bir varoluş içinde kalırlar.
Lacan ise arzunun, insanın özne olarak var olma arzusuyla bağlantılı olduğunu söyler. Lacan’ın “arzu” tanımı, bireyin kendi eksikliğiyle yüzleşmesi ve bu eksikliği bir ideal aracılığıyla aşma çabasıdır. Ancak neoliberal toplumda arzu, yerini hızla satın alınan ve tüketilen hazlara bırakmıştır. Tüketim kültürü, bireyin gerçek arzularını görmesini engeller ve onu sürekli olarak yüzeysel tatminler peşinde koşturur. Lacan’ın perspektifinde, neoliberal sistemde arzu yerine geçen haz, bireyi köklü bir yalnızlığa ve içsel boşluğa sürükler.
Neoliberalizmin dayattığı tüketim odaklı haz anlayışı, modern dünyadaki toplumsal çürümenin temel nedenlerinden biridir. Arzunun yerini hazzın alması, bireylerin yalnızca anlık tatminler arayarak toplumsal bağlardan ve kolektif ideallerden kopmasına neden olur. Ancak tarihsel olarak, bizi insan yapan, bizi toplumsal idealler ve hedefler doğrultusunda bir araya getiren güç arzudur. Bu nedenle neoliberalizmin sunduğu haz odaklı yaşam biçiminin ötesine geçmek, ancak bireylerin arzu ile yeniden bağ kurmasıyla mümkün olabilir.
O halde arzumuza sahip çıkmalıyız. Daha doğrusu belki de öncelikle arzumuzu gerçekten tanımalıyız. Yeni bir düzenin inşası, kendi kimliğimize sahip çıkmakla başlıyor.
Bir cevap bırakın