Sınıf ve Eleştirel Sanatın Yeniden İnşası
Émile Zola’nın Germinal eseri, işçi sınıfının yaşadığı zorlu çalışma koşullarını ve düşük ücretler, iş güvenliği eksikliği gibi sorunlara karşı yürüttüğü sınıfsal mücadeleyi anlatır.
Dönemin işçi hareketleri ekonomik sömürüye karşı temel haklar ve insanca bir yaşam mücadelesi etrafında şekillenmişti.
Günümüzde ise toplumsal mücadelelerin odakları esnek çalışma saatleri, iş-yaşam dengesi, işyerinde psikolojik güvence gibi daha geniş yaşam kalitesi ve sosyo-kültürel hak taleplerine bırakmıştır.
Zola’nın döneminde işçiler, patronlara ve ilşveren sınıfına karşı doğrudan bir mücadele yürütürken, bugün ekonomik sömürü küresel kapitalizm çerçevesinde daha görünmez bir alana sığınmıştır.
Ekonomi-politik üzerinde halkın demokratik temsiliyetle etki etme gücü giderek sembolik bir hale gelmiştir.
Siyasal sistemler “seçim demokrasisi” görüntüsü verirken, ekonomi-politik kararlar büyük ölçüde ulusal ve uluslararası sermaye odaklarının çıkarları doğrultusunda şekilleniyor.
Toplum ve ekonomi-politik zemin arasındaki makas giderek artıyor.
Sermaye grupları ve iktidar odaklarıyla ilişkili ekonomi politikaları, halkın temel ihtiyaçlarına hitap etmekten uzaklaşıyor.
Bu durum, “temsil ediliyormuş gibi görünme” şeklinde adlandırılabilecek, gerçek bir temsiliyetin yerini alan tiyatral bir gösteriye dönüşüyor.
Kararlar, uluslararası sermaye dinamikleri ve yerel ekonomik elitler arasında bir denge gözetilerek şekilleniyor.
Bu bağlamda, halkın seçme ve seçilme hakkı bulunsa da, devletin ekonomi yönetiminde kapitalist çıkarlar ön planda kalıyor.
Bu yapı içerisinde, toplumsal hareketlerin talepleri de doğrudan ekonomik haklardan, daha çok yaşam kalitesi ve kültürel hak arayışına yönelmiş durumda.
Toplumsal hareketler, ekonomik ve sosyal haklara erişimin ötesine geçerek, sanata, kültüre, ifade özgürlüğüne ve çevresel sürdürülebilirliğe yönelik daha geniş bir çerçevede hak talebinde bulunuyor.
Ekonomi-politik alanda halkın etkisiz hale gelmesi, kültürel ve sosyal haklar konusundaki mücadeleyi belirginleştiriyor.
Toplumsal mücadelelerin sanat, kültür ve kimlik mücadelesi düzeyine sıkıştırılmasının, sermaye odakları tarafından bilinçli bir strateji olarak kullanıldığını söyleyebiliriz.
Bu strateji, sınıf mücadelesinin ekonomi-politik düzleme geçmesini engelleyerek, onu sosyo-kültürel ve kimlik odaklı bir eksende tutmaya hizmet ediyor.
Sınıf savaşımı ekonomik sömürüye dair sistematik bir eleştiriyi devre dışı bırakıyor ve kapitalizme doğrudan meydan okumadan uzaklaştırılarak, sermayenin ekonomik iktidarını koruyacak bir zemin yaratıyor.
Bu durum, hakim sınıfın ekonomik gücünü ve hegemonik etkisini daha da sağlamlaştırıyor.
Birey sosyo-kültürel alanın ötesindeki ekonomi politik kısma erişemiyor.
Bakış açısı gittikçe içeri doğru çöküyor.
Hâkim sınıf kendisine etki edecek değiştirici özneden neredeyse yalıtılmış bir şekilde kendi politikasını üretiyor.
Bu çerçevede, kültür ve kimlik temelli mücadeleler, sermaye tarafından desteklenen neoliberal çerçeve içinde meşruiyet kazanırken, ekonomi-politik temelli sınıfsal taleplerin marjinalleştirilmesi veya görünmez kılınması hedefleniyor.
Böylece, bireyler kendi kimliklerini ifade edebildiklerini düşünerek sosyal ve kültürel düzlemde görünürlük kazanırken, bu taleplerin iktidar yapıları üzerinde anlamlı bir değişim yaratma potansiyeli büyük ölçüde sınırlanmış oluyor.
Sonuç olarak toplumsal çürüme had safhaya varıyor ve çocukların hayatlarını tehdit edilirken bir yandan da Hatay’da olduğu gibi kentler de yok oluyor.
Kültür ve kimlik temelli talepler, bireysel hak ve özgürlüklerin temsiliyetine odaklanırken, sermaye odaklı düzenin temeline inen bir eleştiriden yoksun kalıyor.
Kapitalist sistem, bu tür taleplere “katılımcı” ve “kapsayıcı” görünerek yanıt veriyor; ancak bu durum, ekonomik adaletsizliğin ve sınıfsal ayrımların sorgulanmasını engelliyor.
Bu sayede, toplumsal gerilimler kimlik ve kültür alanında sönümleniyor ve sınıf mücadelesi gerçekçi bir başkaldırıya dönüşemiyor.
Sosyo-kültürel alanın sınırları içinde kalındığında, toplumsal adalet ve eşitlik mücadelesi potansiyelini de büyük ölçüde kaybediyor.
Bugün birçok sanat etkinliği ve kültürel faaliyet, sponsorluklar ve sermaye desteğiyle varlığını sürdürebiliyor.
Bu desteklerin getirdiği bağımlılık, sanatçıların ve kültür aktörlerinin eleştirel yönlerini kısıtlayarak, muhalif ve ekonomik sisteme doğrudan meydan okuyacak projelerin geliştirilmesini engelliyor.
Kimlik ve kültür temelli politikalar, bireylerin kendi kimliklerini özgürce ifade etmelerini sağlasa da, bu hakların çoğu sermaye destekli alanlarda tanınıyor ve sınıf temelli bir dönüşüm yaratmıyor.
Bu da sınıf farkındalığının zayıflamasına ve sınıf bilincinin yerini kimlik bilincinin almasına yol açarak, sermaye düzeninin güçlenmesini sağlıyor.
Sermaye kendine yönelik tehditlerin kültürel düzeyde çözülmesini sağlayarak gücünü koruyor.
Bu, hegemonik iktidarın meşruiyetini korumasına olanak tanırken, gerçek bir eşitliğin ve adaletin önünü tıkıyor.
Kültür ve kimlik temelli mücadelelerin kapitalizmin sınırları içinde sınırlı bir eleştirel güce sahip olduğunu ve sınıfsal adalet taleplerinin daha güçlü bir zemine oturtulması gerektiğini söyleyebiliriz.
Sanat ve kültür, sınıf bilincini canlandıracak ve sermayenin ekonomi-politik gücüne meydan okuyacak şekilde yeniden kurgulandığında, toplumsal mücadeleler sosyo-kültürel düzeyde kalmak yerine, doğrudan dönüştürücü taleplere evrilebilir.
Bu nedenle, sanat ve kültür alanında sermayenin etkisine karşı bir bağımsızlık ve özerklik mücadelesi verilmesi, sanatın eleştirel gücünü yeniden kazanabilmesi ve kültürel hareketlerin sınıfsal dayanışmayı da içeren kapsayıcı bir adalet arayışına dönüşmesi, gerçek bir ekonomik ve toplumsal dönüşüm için gereklidir.
Bir cevap bırakın