Arzu ve Öteki: Dilin Kurucu Rolü

Lacan, öznenin arzusunu hiçbir zaman kendisine ait bir şey olarak görmez. Arzu, daima Öteki’nin arzusudur. Yani bir özne, neyi arzuladığını yalnızca Öteki’nin bakışında keşfeder. Bu noktada, dilin rolü de devreye girer. Dil, Lacan’a göre, arzuyu şekillendiren bir yapıdadır, ancak özne dil aracılığıyla arzusunu ifade etmeye çalıştıkça, arzu hep bir eksiklik olarak var olur. Çünkü dil, hiçbir zaman öznenin içsel gerçekliğini tam anlamıyla ifade edemez; dil, her zaman bir kayıp içerir.

Eksiklik ve Hakikat

Lacancı düşüncede, öznenin eksikliği, onun varoluşunun temelidir. Öznenin gerçeği ya da hakikati, tam anlamıyla dile getirilemeyen, dile sığmayan bir şeydir. Bu eksiklik, öznenin arzusunu da şekillendirir. Lacan, hakikatin daima bir eksiklik olarak var olduğunu ve dilin bu eksikliği asla dolduramayacağını savunur. “Gerçek” dediği kavram, dilin sınırlarında kalan, dile getirilemeyen şeydir. Hakikat, ancak dilin bittiği yerde başlar.

Kapitalizm ve Egonun Rolü

Psikanalitik perspektiften baktığımızda, özellikle Anna Freud ve Anglosakson dünyasında vurgulanan “ego”, çatışmasız bir alan olarak ele alınamaz. Ego, diğer savunma mekanizmaları gibi bir semptomdur ve bir’in (öznenin) üçe karşı verdiği savunmanın bir ürünüdür. Bu savunma mekanizması, kapitalist sistem tarafından onaylanmış ve teşvik edilmiştir (en azından batının sosyal devlet anlayışına kadar sürmekteydi şimdilerde ise normalin de işlemez olduğunu apaçık ortadadır). Ego, bireysel eksikliğin üstünü örten bir yapı olarak işlev görür ve bu eksikliği, üç tarafından bahşedilen en işlevsel örtüyle kaplar. “Sağlıklı bir ego”ya sahip olduğumuzu söylediğimizde, aslında kendiliğimizin kapılarını kapitalist ideolojiye teslim etmiş oluruz. Burada mükemmel insan figürü, aslında bir semptomdur.

Hakikat Arayışı

Bir adım ileriye geçip öznenin yani hakikatin normali var mıdır? sorusu, şu şekilde yanıtlanabilir: Hakikatin normali diye bir şey yoktur çünkü özne, dilde ve simgesel düzende daima eksik kalacaktır. Hakikat, dilin sınırlarında, eksikliğin içinde yer alır. Hakikati aramak, bu eksikliği kabul etmek ve öznenin sürekli bir arzu nesnesine ulaşma çabasının asla tamamlanamayacağını anlamakla mümkündür.

Hegel, öznenin bu eksiklik ve çatışmaların üstesinden gelerek bir tür birlik kazanabileceğini savunur. Hegelci özne, karşıtlıklarla başa çıkarak kendini geliştirir ve tamamlanır. Lacan’ın eksiklik ve arzu üzerine kurduğu düşünce, Hegelci perspektifte bir tür çıkmaz olarak görülebilir. Hegel, karşıtlıkların bir senteze ulaşacağını savunurken, Lacan bu sentezin hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini ve öznenin daima eksik kalacağını öne sürer.

Bu iki düşünür arasındaki temel fark, özne ve eksiklik kavramlarında ortaya çıkar. Hegelci diyalektik, öznenin kendini gerçekleştirme sürecine inanırken, Lacan, öznenin eksikliğinin varoluşunun kalıcı bir parçası olduğunu savunur.

Sonuç

Öznenin kutsallığından vazgeçtiğimizde hakikate bir adım daha yaklaşmış oluruz düşüncesindeyim. Biyolojik formumuzun handikaplarının özgürlük adalet arayışımızdaki form tasarımlarımız için aynalama çabası taşıması Lacan’nın özellikle “ego psikolojisi” eleştirisini haklı çıkarmaktadır. Hegel sentezine ulaşmak için ise öznenin sıkışıp kaldığı form kozasından ayrılması gerektiği ortadadır. O vakte kadar mutlak doğru veya mutlak sondan söz etmek mümkün değildir. Gerçek sonsuzluk sonlu örüntülerin sonsuzluğudur diyebiliriz.