Bir, İki, Üçler….

Düşünme sosyal ve kamusal bir faaliyettir. Kafanın içerisinde oluşan ve bir başkasına dolaysız bir şekilde, şeffaf olarak dil ile aktarılan bir şey değildir. “Kamuda olan kamuda kalır.”

“Bir” dediğimizde, bu sayı ya da kavram, dilin açıklayamadığı, ifade edemediği bir noktada durur. Bir, kendini yalnızca kendisiyle tanımlayamaz; pozitif ya da negatif bir kavram olarak ele alınamaz. Bu noktada eksiklik ya da boşluk gibi terimler kullanmak da doğru olmaz. “Bir” in varlığı, kendiliğinden bir anlam ifade etmez. Örneğin, “bir” in “iki” ile olan ilişkisi asimetriktir; yani bir, iki ile simetrik bir bağ kuramaz. Simetrik ilişkiler, birbirini tamamlayan, aynalayan ilişkiler olarak düşünülebilir. Ancak bir ve iki arasındaki ilişki böyle değildir.

Bu durumu daha somut bir örnekle ele alalım: “Bir benzerim öldürebilir beni” diyen 90’ların ünlü bir şiir kitabının kapağı, asimetrik ilişkilerin doğasına bir göndermede bulunur. Şairin bu ifadesi, benzer olanın simetrik ilişkisinde bile ölümcül bir çatışmanın kaçınılmaz olduğunu ima eder. Asimetrik ilişkilerde ise bu çatışma, üçüncü bir unsurun varlığı ile dönüşüm geçirir.

Lacan, öznenin varoluşunu ve kimlik kazanımını simetrik olmayan bir süreç olarak görür. Bir dediğimiz şey, aslında bir “birlik” ya da “tamlık” hissi değil, eksikliğin yeridir. Bir, hiçbir zaman kendini tamamlayamaz çünkü özne, doğası gereği eksik ve bölünmüştür. “Bir”, Lacancı terminolojide, öznenin hayali tamlık arayışı olarak düşünülebilir. Bu arayış, asla gerçekleşemeyecek olan bir tamlık arzusunu temsil eder.

Lacan’ın ayna evresi teorisine göre, bebek, kendi bedenini bütün olarak algıladığı anda bir “birlik” yanılsamasına kapılır. Ancak bu yanılgı, gerçeklikle çatışır, çünkü özne, kendi içindeki eksikliği asla dolduramaz. Özne, kendisini ancak Öteki aracılığıyla tanıyabilir. Öteki’nin bakışı ya da dil aracılığıyla tanımlamaya zorlar.

Lacan, öznenin arzusunu hiçbir zaman kendisine ait bir şey olarak görmez. Arzu, daima Öteki’nin arzusudur. Yani bir özne, neyi arzuladığını yalnızca Öteki’nin bakışında keşfeder. Bu noktada, dilin rolü de devreye girer. Dil, Lacan’a göre, arzuyu şekillendiren bir yapıdadır, ancak özne dil aracılığıyla arzusunu ifade etmeye çalıştıkça, arzu hep bir eksiklik olarak var olur. Çünkü dil, hiçbir zaman öznenin içsel gerçekliğini tam anlamıyla ifade edemez; dil, her zaman bir kayıp içerir.

“Bir” dil ile açıklanamayan bir yerdedir ifadesi, Lacancı bağlamda şunu ima eder: Bir, yani özne, kendini dilde bulamaz çünkü dil, Simgesel düzende (Lacan’ın üç düzeninden biri) işleyerek öznenin gerçeğini daima eksik bırakır. Simgesel düzen, toplumsal yapıların, dilin ve kuralların temsil ettiği alandır ve özne burada yalnızca Öteki’nin arzusu aracılığıyla var olur.

Asimetri ve “Üç” ün Kamusallığı

Asimetrik ilişki, “üç” ün devreye girmesiyle birlikte farklı bir boyut kazanır. Üçüncü bir unsurun – yani ötekinin – pozitif veya negatif etkisiyle asimetrik ilişki “oluş” aşamasına geçer. Bu süreç, kamusal bir niteliğe sahiptir. “Oluş” dediğimiz şey, bireysel değil, sosyal bir süreçtir ve bu süreç, dil ve iletişim aracılığıyla kamusal alanda yer bulur.

Bir ve iki, tek başlarına ifade edilemez. Sadece “ben” ve “sen” asimetrisi, dilsel bir anlam yaratmaz. Bu iki kutup arasındaki ilişki, sosyal ve kamusal bir alan oluşturmaz. Dilin doğurganlığı, yani anlam üretimi, ancak üçüncü bir unsurun müdahalesiyle gerçekleşir. Örneğin, bir diyalogda yalnızca iki kişi arasında bir anlam oluşturmak mümkün olmayabilir; bu anlamın sosyal ve kamusal bir boyut kazanması için üçüncü bir gözlemci, bir dinleyici ya da toplumsal bir bağlam gerekir. Bu nedenle, asimetrik ilişkiler bireyleri ya birleştirir ya da ayırır, ancak sosyal bir düzeyde bir anlam yaratmak için yeterli değildir.

Çokluk biri barındırır fakat ondan bahsedemez. Çokluk en fazla ikilerden ibarettir.

Bebek-Anne-Baba Üçgeni ve Kamusal Alan

Bebek, anne ve baba arasındaki ilişki, kamusal bir ilişkidir. Sadece bebek ve anne arasında kurulan ilişki asimetriktir; ancak baba, yani üçüncü unsur devreye girdiğinde, bu ilişki kamusal bir boyut kazanır. Freud ve psikanaliz literatürüne baktığımızda, bu üçlü ilişkinin önemi vurgulanır. Baba figürü, bir anlamda “bir”deki eksikliği ortaya çıkaran kişidir. Burada baba, sadece biyolojik bir figür değil, aynı zamanda sosyal ve dilsel bir varlık olarak öne çıkar.

Lacancı psikanalizde, “üç”, yani üçüncü unsur, “Baba’nın Adı” (le Nom-du-Père) ile temsil edilir. Baba, hem toplumsal düzeni hem de yasanın simgesel temsili olarak arzuyu sınırlar ve özneyi toplumsal yapıya sokar. Bebek-anne-baba üçgenine baktığımızda, Lacan, anne ile bebek arasındaki ilişkiyi yalnızca bir doyum ilişkisi olarak tanımlamaz; bu ilişki, arzu ve eksiklik ile dolu bir ilişkidir. Anne, bebek için arzulanan bir nesnedir, ancak bu arzu, baba figürü devreye girdiğinde yeniden şekillenir.

Baba’nın Adı, anne ve bebeğin arasındaki bu ilksel ilişkiyi kıran ve bebeği Simgesel düzene sokan yasayı temsil eder. Bu, dilin ve toplumsal kuralların egemen olduğu bir alana geçiştir. Bebek, annenin arzusunu tam anlamıyla karşılayamayacağını, annenin arzusunun Öteki’ne (baba) yöneldiğini fark eder ve bu farkındalık, onu dilin dünyasına, Simgesel düzenin içine çeker. Baba’nın Adı, öznenin kamusal ve sosyal bir varlık olmasını sağlayan bu geçişin simgesidir.

Örneğin, gece ağlayan bebeğin annesine “beni çağırıyor” dedirten şey, öznenin arzu eksikliğidir. Bebek kimseyi çağırmamaktadır; aslında bu, annenin kendi arzusunun bir yansımasıdır. Bebek, annesi için bir nesne-a (objet petit a) olur; yani, annenin arzusunun odağıdır. Ancak bu arzu, hiçbir zaman tam olarak tatmin edilemez ve baba figürü devreye girdiğinde, annenin arzusunun sınırlandığı ortaya çıkar. Bebek, annenin tam tatminini sağlayamayacak, eksik kalacaktır.

Hegelci bakış açısına göre, yasa, öznenin kendi bilincini geliştirmesi için gereklidir. Özgürlük, yasaların olmadığı bir alanda değil, tam aksine, yasa ile birlikte düşünülmesi gereken bir şeydir. Lacan’ın Baba’nın Adı’nı arzunun sınırı olarak ele alması, Hegelci bir eleştiriye tabi tutulduğunda, yasayı bir tür olumsuz sınır olarak görmekle eleştirilebilir. Hegel’de yasa, öznenin gelişiminin bir parçasıdır; özne, yasa aracılığıyla hem kendi sınırlarını hem de diğer öznelerle olan ilişkisini anlamlandırır ve bu anlamlandırma süreci, öznenin özgürleşmesine yol açar. Lacan’da ise yasa, öznenin tam arzularını engelleyen bir yapı olarak görülür.